üçnoktanınüçüncüsü

θειότερον γὰρ ἐραστὴς παιδικῶν· ἔνθεος γάρ ἐστι.

Pazar

Çizgili suretinden ibaretti dünya.

Sisli yeryüzünün bütün pisliğinin en çok okunduğu suretinden ibaretti dünya. Tanrının bir fiyaskosuydu ve işte bundan nefret ediyordu. 

Bir gece uykusundan uyanınca ağacın dalına asılmış, düşmemek için direnirken buldu kendini. Rüzgar iliklerine işledi, yaprak olan bedeninin o çok kollu damarlarından. Bir ıslaklık hissetti göz-eneklerinde. 
Önünde sonunda bir gün tutunduğu dalın onu bırakacağını bilirken, 
mevsimlerin geçmiyormuş gibi gelip nasıl hızla geçtiğini bilirken, 
hiç kimseye çarpmamayı denese de artık bunun ihtimalinin kalmadığını bilirken, 
yaptığı yegane şey susmak ve şarkıyı dinlemekti. 






Tezer..




soğuk gecelerin, soğuk sabahları. çocukluktan kalma hepsi. bir türlü ısınmayan gün, günle kaynaşamayan bedenler. tüyler koparan bir kimsessizlik. sonsuz uykular bu anlarda özleniyor işte, buram buram. hiç yaşanmasa da. yürümek istiyor insan. çıplak ayaklarla, ıslak betonlarda yürümek.
yol yok. biri ''albayım'' diye sesleniyor sol uzaktan. kelimeler.. diyor. duyulmamalı bunlar hala. 
zira mantıksız tümü. insan tatmadığı şeyleri özlememeli, hissetmemeli. 
kafa anafor. zaman, kafka cafe'nin duvarlarındaki saatlerde hapis gibi. yaşsız başımla yasını tutuyorum hepsinin. hepimiz için. 
yarım kurulan cümleler ve tekrarlanan kelimelerin azabı yaşanıyor. 
suskunluğun gazabıysa her noktaya yapışık. 

çiçek çaldım mezarından. bana tek kalan.

gelen ve görünen az kişi oysa bize. ama gidiyorlar. tek kötü huyları sanırım. 

bir de, güzel gülümsüyorlar.

kaldırım taşlarına gömülmüş cesetleri sayıyorum. sağ ayağım aksıyor. belki kramp, tam hissedemiyorum şuan. kollarım taşıyamayacağım bir ağırlığa ulaşıyor. elimdeki melez kılıcı yere dayayıp, göğsümü yırtıp kaçmak için çabalayan kalbimi sakinleştirmeye çalışıyorum. sırası değil diyorum. şimdi sırası değil.. 

birkaç metre ötede, önümde dikiliyor. göremiyorum eğik yüzünü. kanın çamurlaştırdığı yere bakınıyor. ara ara kafasını iki yana sallıyor. meleze biraz daha yüklenip başımı eğmeyi düşünüyorum yüzünü görebilmek için. sonra yavaşlayan hareketlerimin anlamsız olduğunu fark ediyorum.

en son ''omuzları çökmüş bir adam ölmüş demektir'' diyerek geriye döndüğümde sırtımdan vurulmuştum. ölmemem pek de önemli değil ama 3 gün hasta olup yatağa düşmemi ve ellerimle çıkardığım chu-ko-nu'ndan fırlayan oku masamın üst çekmecesinde nasıl sakladığımı hala açıklayamıyorum. 

güzergahım hep kısır. yazılmasına gerek olmayan bazı sonlar vardır.


ayaklarımın gömüldüğü kan gölüne bakıp bunları düşünmemeye ve son bir güç aramaya çalışırken, onu beni izlerken buluyorum. -genelde unuturum bu araları sonra. ama o bakışını ömrüm boyunca gözlerimin önünden öteleyemeyeciğimi biliyor gibiyim o an bile sanki- gözlerinin olması gereken yerde kara delik olan boş çukurlar yerine, dudaklarını kulaklarına yapıştırmak ister gibi gülümsemesi vurucu etkinin adresi oluyor. yok hayır. bunu hiç hesaba katmamıştım.


kanla kesilmiş gibi duran ayaklarının kendi ayaklarım oluşunu, kendi göz çukurlarımdan da aynı karartının kokmasını, karşımdaki çocukla neden aynı bakış hizasında olduğumu anlamam; ceset kokularının yayıldığı sokağı ve kırmızı bulutların sardığı gökyüzünü başta olmak üzere, bulunduğum anın boşluğunu, az önce ellerimde tuttuğum kılıcın artık karşımda tehlike saçtığını, kaldırım taşlarına yatan cesetlerimin tek tek ayağa kalktığını, yüzlerinin aileme, arkadaşlarıma, sevdiğim adamlara dönüşmesini fark etmememi açıklıyor. 


-söylemiştim. ''istersen dünyayı kan gölüne çevirebiliriz!'' niye şaşırıyorsun şimdi bu kadar? 


şaşkınlık? elbette! ilk olmasından kaynaklı ama daha çok korku. etrafımda toplanan kalabalığın sonuna kadar açtığı ağızlarından su gibi çığlık akıyor. nidalar etrafa salınıyor. sokağa dizilmiş evlerin camlarının kırılmasından anlıyorum. zira kulağım karşımdaki ben'den başka kimseyi duymuyor. kılıcın havaya doğru kalkması yavaş çekimde gerçekleşirken, boğazıma doğru gelen bitirici vuruş ters orantıda yol alıyor. 


aynı anda beni öldüren bene dönüşüyorum. karşımda kafası top gibi yere yuvarlanan, buna rağmen yıkılmayan bir beden. ayaklarımı söküp çamuru terk etmeye karar verdiğim anda, karşımdaki başsız bedenin istediğimi yapması, şaşkınlığımın henüz dibini bulmadığını gösteriyor. benim kafamdan çıkan komutla çamurdan sıyrılıyor. ne yapmam gerektiğini ve bundan sonra gelecekleri biliyorum. kafasını kopardığım bedenin elimdeki kılıcı alıp göğsüme saplamasıyla oyun bitiyor. 


hayatını kafasında taşıyan ben yere yıkılırken diğer ben 'kimsessiz' bir evde kafası olmadan uyanıyor.



''yelkovanı kırın! geri dönmek istiyorum!''

her zamanki bilindik darbeyle başlıyor. bile bile avlanıyorum. 

çıtım çıkmadan kırılıyorum. göğüs kafesim un ufak oluyor. kesilmiş göz kapaklarım karanlığa sığınmamı engelliyor. fiziksel hiçbir reaksiyon gösteremiyorum. sustalı sahneye çıkarken, ağzımın içindeki dikişlerden akan kanla kuruyan dudaklarımı ıslatıyorum. kırmızı yüzümü kaplıyor. lanet olsun. gözlerimden dibime bakarken o, sağ kolumu kaldırıp, deriyi damarlarımın izinden ikiye ayırıyor. acı. acı? kolumda oluşan vadinin içinden pense yardımıyla çıkardığı, spagettiyi anımsatan kurtlar, öncesinde ve o an yaşanan tüm ızdıraplarıma susatıyor. odağımı kaybediyorum. sızlamalarım uyuşmalara, uyuşmalarım hissizliğe dönüşürken, dimağım donuyor. 

öksürük kriziyle uyanıyorum. hayır. uyandığımı sanıyorum. sanmalar, yataktan atladığım gibi mutfağa koşup suya boğulurken bardakta gördüğüm yansımalarla birleşiyor. yansımalar, sağ kolumdaki çürüklerle yanılsamalara dönüşüyor. baş dönüşleri son hız devam ediyor.

Cuma


kaç yol var bilmiyorum. ama yakın-uzak, bildiğim tüm yolları arşınladığıma yemin edebilirim.
bıkmadan. pes etmeden asla! ta ki bildiklerimi tüketene kadar.
şimdi elimde bolca hiçlik ve piçlikle zamansızları oynuyorum.
bolca duruyorum. kusana kadar susuyorum.
dahil olmayı başaramadığım zaman geçsin de sesler kesilsin, şehir uyusun diye saliseleri saymaya zorluyorum kendimi.
ama olmuyor. diğer onlarcası gibi bunu da beceremiyorum.
bir gün oturup beşiktaş ışıklardan 1,5 dakika/90 saniyede bir geçen insanları saysam mesela? diyorum.
düşünüyorum sonra, oyalayıcı belki evet. ama geçici.
belki arabaları da saysam günü tamamlayabilirim ha?
sonra renk renk gruplara ayırırım.  modellerine göre sıralama yaparım. sonra.. sonra pencereden bakarım. karanlık gelir oturur kafama. siktir! elde var sıfır. geç bunu geç!
peki bir gece boyunca uyumayı başardığım o 5 saatlik sürede görebilmeyi becerebildiğim(!) onlarca kabusu yazmaya kalksam?
kurgusu da var üstelik! uzun uzun irdeleyebileceğim karakteri bol, hissettirdiği kol gibi olan yazılar. sonra.. sonra pencereden baksam. karanlık çökmüş olsa. ilaçlanıp uyusam. ve aynı sahneler tekrar tekrar dönse! kısır döngüye dönüşse! oha çok mümkün!

tepeden tırnağa esir alındığım tüm yanlışlığın içinde, bazan aklıma hayran kaldığım doğrudur.
bu da işte siktiriboktan denemelerimi doğurur.

bazan diyorum ama. bazan..

ben bazan çok sıkılıyorum.
o zaman çok düşünüyorum.
saçmalıyorum.

Çarşamba



roman tadında yaşamlara özenen ruhlar vardı bir zamanlar. gülerdim. hepimizin hayatı kendi kendine yazılan bir roman zaten derdim.

şimdi susuyorum.

o kadar boştayım ki, ölülere mektuplar yazıyorum.
o kadar yaşıyorum ki, hayatımda olmayan ölümlere ağlıyorum.
o kadar sınırdayım ki, an-lık duygu karışımlarında aklıma ilk intiharı getiriyorum.
ucu ucuna. yuvarlana yuvarlana. bata bata.
ikilemeleri çok seviyorum.
intiharları,
mezarlıkları,
yağmurları,
mektupları çok seviyorum.
sessizce yaşayabilen tüm varlıkları seviyorum.
uzaklarda varlıklarını sürdüren, yanımda olsa nefret edeceğim tüm insanları seviyorum.
kendilerinden nefret etmemi isteyen tüm canlara ayak diriyorum.
çünkü ben çok güzel seviyorum.
çok fazla seviyorum.
isteyince
her şeyi sevebiliyorum.
zararları kendi içimde sınırlı tutanlardan vazgeçmiyorum.
vazgeçersem olacakları biliyorum.
zira nefret ederken bile sevebiliyorum. nefreti seviyorum. hatta o derece seviyorum ki, nefretin, benliğimi ele geçirip, sevgimin boynuna ip bağladığı noktaya geliyorum. kontrol bozuluyor. her şey kırmızı gözüküyor. her şey patlatılmayı bekleyen miğferlere dönüşüyor.
kafamın maruz kaldığı şiddet nüfuz etmiş tüm ruhuma. şiddet görmeye ve gösterdiğim tepkileri kendi içimde sindirmeye o derece alışmışım   ki, en ufacık bir öfkede kendime çeviriyorum oklarımı. zehirli. ama öldürücü değil.
başkası için önemsiz sıfatlı bir hata, benim için üzerime yıkılan taş duvarlara tekabül ediyor. tekabül güzel bir kelime. durumsa boktan.
beni bana yansıtan aynalarla kavga ediyorum. beni işaret eden parmaklarla, beni gören ve gösteren gözlerle kavga ediyorum. sessiz sessiz. içime ata ata. bokuyla kavga eden bir ihtiyarın sıyırmışlığıyla.
geçen gün düşündüm hatta, mesela kimseye kafa atmadım ben. garip. böyle bir olayı arzulamıyorum. zira kendimden korkuyorum. kafa atmakla kalmayıp, hücrelerine ayırmadan bırakmayacağımdan. bırakamayacağımdan. yumruk atmaksa güzel. tabii eğer hedefteki duvarlar yerine ağız ve burunsa. aksi haldeki vuku bulan acıysa, evrendeki tüm ebelerin kulaklarını çınlatacak bir başka öfke krizine neden oluyor. işte o anda nefretin baş kahramanı oluyorum. gerisi kısır döngü. acı çektikçe nefret ediyorum. nefret ettikçe öfkeleniyorum. öfkelendikçe acıyorum.
bu noktada susabildiğime seviniyorum. içimde karşısındakinin beynini akıtmak için dakikte bekleyen, gözlerinden ateşler çıkan bir güruhu dizginleyebildiğime seviniyorum. şiddet çapını ruhumun sınırlarıyla doğru orantıda tutabildiğime seviniyorum. en son ne zaman birine kafa tuttuğumu bile unuttum. lise 1'di sanırım. geçemeyeceğine o kadar inanmıştım ki, her seferinde geçmişliğine şaşırdım anılarımın. hiçbiri ama hiçbiri, birine karşı gösterdiğim şiddeti taşımıyor bugünlere. yalnızca iliklerime kadar ezberlediklerim doluyor düşünce kuyularıma. doluyor. taşıyor.

ama ben susabiliyorum. 
bravo bana.

-''sorarlarsa 'ne iş yaptın bu dünyada?' diye, rahatça verebilirim yanıtını: susabildim. sessiz kalabildim! altı milyar insanın arasında doğdum. ve hiçbirine çarpmadan geçtim aralarından...''

selam olsun kayra'ya.

Pazartesi

duvarda tertemiz bir tual. garip garip insancıklar. yakınlar ama uzaklar. tabloda beliren yüzler. hepsi ayrı ayrı ama aynadakilerin aynısı. elimle silinmesi için çabaladığım boyalar. sildikçe daha da yayılan, belirginleştikçe titreten çehreler.
gerçek değilsiniz. siktirin gidin kafamdan!
dur! başka sahne.
çok ışıklı lunaparklar. ters binilen dönme dolap. düşmemek için tutunulan incecik halatlar. dönen dönme dolaptan ziyade. kafalar ve dünya çok düzmüş gibi, ters dönen dolaplar. çocuklar yine. sesleri.. fazla. çok fazla.
bırak diyorum. bırak. sorma. konuşma. susma da ama..


***


içimde öldürüp öldürüp dirilttiğim çocuklarım var.
kafamın içindeki ihtimaller okyanusuna kafalarını sokup sokup çıkarttığım. boşluklarıma boşluk katan, her bir zerreme nüfuz eden hiçlikleri var.
engelleyemediğim hayat hikayeleri.
kanlar var elimde. kırmızılar.
tam göğsümün altında, hançerlerin ulaşamadığı karanlık noktalarda susturamadığım tiz çığlıklar var.
asla geçememeye mahkum, kısa öz geçmişlerim var benim. beynimin her köşesine öfke enjekte eden orospu çocukları var, unutamadığım. hassas gözlerim var. güneşe bile bakamadığım, karanlıklara alışmış.
hiç yazılamadığından, noktası da konulamayacak kirli masallar var, kafamın bilinçli kalan son noktalarında.
boğazı düğümleyen yutkunamadıklarım var.
ne çok şeyim var diyorum şimdi anlatırken. ne çok 'şey'im varmış lan, hiçken bile! garip bu. iyi falan da değil.
skimsonik çok komik bir kelime bence.






şşşşş..
tamam. bitti.
backspace de lafta sadece.


Cuma

here comes the rain again.


odanın bir köşesinde çöp kovası. günlerdir mezar olan yatakta yazılıp yazılıp yırtılıyor yaşamlar. büzüştürülüyor hepsi ardından, sıkı sıkıya. toplanıyor soğuk ellerde. kalkmamak için direnen kollarla köşe hedef alınıyor, tek şans var. bedenin kalan enerji kırıntılarından bir kısmı daha süpürülerek fırlatılıyor can'lar. isabet etmiyor. çöp bile olamıyorlar. 
aynadakiler nasıl da aynısı!


cama vuran kutsal damlalar ve şakırtıları. öyle ki, duvardan dönen acı çığlıkları bastırabilecek kuvvette. 
sonrası belki, arnavut kaldırımlı dar sokaklarda dolaşan çıplak ayaklar ve aslında üryan tepeden aşağıya. rüzgarın ruhtaki boşluklardan sızması. kocaman açılmış ağızların nefes alabilme özgürlüğü, gözlerden süzülenin hükümsüzlüğü.. 
belki işte belki..


şimdi, ait olmak istenmeyen iki kıtanın ortası. bir gün derinlerinde boğulma ihtimaliyle kavrulan, araf sayılan denizin karası. şehrin akıp giden kiri pası. 
ve insanları... konuşması gerekip suskunluğa kaçanların yanında, zımbalanması gereken ağızlarıyla beş para etmez oksijen israfları! 
bu işte, öfkeye karıştırmanın yanında unutturuyor da aynı zamanda. anıları, hatırlattıkları, zihnin kalabalığını. 
bakma sen. yerindeyse eğer, güzeldir aslında kafiyeler. 


*
*
*


durmaya yaklaşır, tavandaki küçücük bir karartıyla boğulabilecek incelikte olan kafalar. olan diyoruz işte. kandırmamalı, kanarak kolaya kaçmayı huy edinmiş ruhunu artık. hiçliğe yaklaşsa da bazı bazı, yarına çıktığı an yeniden var olur canlar. tekrar tekrar. 


öyle...

geçemeyenlerdediyebaşlayancümlelertoplamıyaşayışlar

odaklan satırlara. gözünün gördüğü her bir kıvrımı tart uzun uzun. hisset soğukluğu. harflere biçilmiş duygu kırıntılarını algıla zihninin geride kalmış son bilinçli kuytularında.
dünlere hapsolmuş, bitip geçemeyen bir zaman.
bitemediği için duramayan bir kafanın yorgunluğu.
topla. çıkar. böl. çarp.
tüm mantık işlemlerinin etkisizliğiyle en güçlü ve korkusuz olan sıfır'lar basmış odaları. 


adı 'yaşayış'larla geceyi gündüze uğurlayıp, aldığı oksijeni ciğerlerine gitmeden kaçırdığı milyon tane deliği ve sızım sızım sızlayan boşluklarıyla bazı bazı ruhlar...


masanın üzerinde yanan mum içte eriyor.
tavan evrenin en hareket ve karmaşıklığına sahne oluyor.
gözler, korkutucu renkleriyle odağını kaybediyor.
fısıldarcasına başlayıp, kusarcasına yükselen sesler yankılanıyor. 




orada mısın?
farkında mısın saçmalığın?
hiç var olmamış duyguların peki? 
hiçliğin gölgesinde kararmışlığın?

ahh işte bayım!

biliyorum bilmediğini.
laf-ı güzaf benim ki.


şimdi bi siktirip gitmeden önce; piç olmasın bari kayıt.


gözlerimi huzurla kaparım belki ha?
hı-hı.





"hep acele etti, bu yüzden hep geç kaldı."


güneşin bile kenara çekilip seyrettiği kutsal yağmurlu günlerden birinde, ayakkabılar çamur içinde dakikalarca aranıyor. bıkmadan. usanmadan. biri bulamayacaklarına yoğunlaşacak olsa, diğeri tutuyor elinden. 'biraz daha!' 
oradan oraya. o'na. 
'orada!'
çökmüşüm başucuna. dokunamıyorum adına. içimin ateşinin yanında, buz gibi geliyor. solmuş gül yapraklarında gezdiriyorum ellerimi, zaten kanarken, dikeninin de batmasından korkmadan. 
yaşama karışamayanları anlattığı hayatın, arasında yaprağı. toprağını alıyor diğeri.. ne yapıyor sonra bilmiyorum. 
ben beni biliyorum şimdi. bir de seni. mezarından çaldığım kurumuş yapraklarını arasına koydum hayatımı.  


'ah yaşasaydı keşke..' diyorlar senin için. 
hiç öyle demiyorum ben oysa. ölsem yanında keşke diyorum. huzurlu olduğunu düşünüp huzur bulduğum mermer taşa. 
yaşasan senden imza alırlar ya, ben ayraç aldım işte hayatıma mezarından! 
kaldım orada. arada. arafta. 


konuşamıyorum artık ben. kelimeler tükenmez hislerin sonsuzluğuyla evet. lakin yetmez ya hani, işte orada bırakıyorum ben. zira akacak kanım kalmadı artık. 
acıyabilecek bir canım var mı, onu da bilmiyorum. biliyorum aslında da, yirmidokuz harf buhar oluyor yine kifayetsizlikte. görmek gerek. 




'kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor, anlıyor musun?' 


anlamazlar bilirsin. çok iyi bilirsin. 


'saatlerce evde hiçbir şey yapmadan oturuyorum. sonra tam çıkarken evde kalsaydım bir şeyler yapabilirdim gibi hissediyorum. galiba hep acele ettim.'
hep yapması gereken çok şey olduğunu hissedip, hiçbir şey yapmak istemeyen biriydim. içimde adı boş ukdeler biriktirdim. dolduracak birini bekledim, kendimden umudu kestikten sonra. sonra beklemekten de vazgeçtim. ben gittim ayağına! ruhunun kapısına. kapı duvar olmanın yarası eklenince, akan kan hız kazandı sadece. bu kadar. sonra tekrar dön dolaş yine aynı duvar. 


oğuz atay. 
edirnekapı'da yatar. 


okunması beklenen mektuplar var ruhumu gömdüğüm mezarında.  
sonrası hiçliği hiçliğe emanet etmek zaten.  
huzur biraz belki de.


son olarak
külleşmekten yana, hiç olmaması tek dileğim ama kara kara mezar taşım olursa yazılmalı;


"hep acele etti, bu yüzden hep geç kaldı." 

Pazartesi

Pink Floyd - Julia Dream





akrep ve yelkovanın birbirine karışıp anlamsızlaştığı saatler.
boş yataklar, kimsesiz odalar, sıkıntıdan büzüş büzüş olmuş kararmış kafalar.
sadece şarkılar. unutulmuş olanlar özellikle.
aslında duvarların dile geldiğini algılamalar. kulaklara dolan seslerle konuşmaya başlamalar akabinde.
dolu dizgin sahnelenene kapılmalar. uyumlu tenleriyle sevişmelerine şahit olmalar. terli terli. öyle böyle değil hissettirdiği.
an gelince dahil etmeleri seni de.. her bir ezgi'nin içinde kendini bulman. dalga dalga yayılman. kısacık gelen uzun uzun mesafelerde uçman. bir 'duyan' araman kapı kapı. çoğu zaman çarpıp tekrar havalanman. ve aralığından ışık saçılan bir kulağa yaklaşman mesela. sızman zihnin isteğiyle, tüm kuytularına, usulca..
amaca ulaşmanın verdiği huzurun göbeğindeyken;
hooopp!
gerçekliğe kavuşman. soyutlanmak adına yanıp tutuştuğun zamandan, kapılmışken hayal denilen girdaba..


kaybolman karanlıkta.
suskunluklar. durmalar. gerisi meçhuliyetin doldurduğu boşluklar.
hiçlik ve devamındaki piçlik.


şimdi; bul beni demeye korkmalar başka başka, kaybol benimle anlamını çıkarabilecek batışına batış katabilecek zihinler sebebiyle.
acısı tazeyken hemde.


can yakandır bugünlerde..

Perşembe

...

bir ucundan diğer ucuna gözlerimin önünde gecenin puslu şehri.. 
ölüler devrediyor birbirlerine gece nöbetlerini. hiçbir hayat belirtisi göstermeden, nefes dahi almadan, karanlığın bastığı kuytu kaldırımlarda hükmediyorlar kendi kendilerini..
kimse duymuyor mu bu acı sesleri? kimse almıyor mu havadaki kan kokusunu? yaraları açık, kanları ten renklerini örtmüş bedenleri görmüyorlar mı? herkes mi sağır, kör, dilsiz? 
morgdan farksız alemlerinde dahi görünmezlikleri oynarken birbirlerine, dışarıdan hala medet ummaları peki? 
evet. kocca bir ''SİKTİR!'' çekilesi.. acıdan kavrulurken zihinleri hesap edememeleri normal karşılanmalı belki de. bilemedim. 
ama -herkes gider mi? diplerden kaçıp, geçip.. defolup gider mi? sualleriyle dolduruyorlar içlerindeki kocaman delikleri.


yalnızca, duvarlarda pusu kurmuş kara basanların nezaretinde -adı gereği- yaşayışlara mahkum oldu ölü bedenler! 
acıyorlar, kanıyorlar, boğuluyorlar, yanıyorlar! 


şimdi

-yağmur geliyor yine..


kısılır mı çığlıklar? susar mı şehir şakırtılara boyun eğip?
yoksa, zarlarını delmeye ramak kalacak şiddetteki ızdırap verici acılar dolar mı yine ve aynı histe kulaklara?


bir de
bari otoban lambaları sönseydi.. 

Pazar

ben kendim yalnızlığım.





hızının yerin standartlarına göre belirlendiği, dönüşünde dünyanın döndüğünü varsaydığım, gök kuşağı renkli topaçımı anlatmış mıydım ben daha önce diye sorular yöneltesim geldi evrene.
ama hatırlıyorum. bahsetmiştim.


uzun zaman oldu tanrıyı ve olmayan adalet anlayışını sorgulamayı bırakalı. acılı topraklara kan akıtmış ruhları binmiş gibi hissediyorum omuzlarıma. karışmış gibi hissediyorum, kan kana. yanmış gibi hissediyorum, can cana. çocuğun her yerde çocuk olmayışının farkındalığı en acısı belki de..


gün doğumunda dahi, gecenin üzerime sinmişliğiyle karanlıklara batmışken ben, çocuk kalıp her şeyin kötü bir kabus olduğunu sanmakta ısrarcı olan yanımın baskısını hissediyorum şimdi zihnimin her köşesinde. 
az yaşamışlığının yanında, çabuk yaşlanmış ihtiyar bir çocuk.. yaşı kurumuş yanaklarındaki tuzu hissediyor, ruhundaki kan deryasının kıyısında duruyor, buram buram kokusunu alıyor öfkenin. 
basan karalardan sığınmak adına giriş için ağır bir bedel ödemem gerekse de, en masum ve güçlü yanım olduğunu düşündüğümden dolayı alıyorum hiç düşünmeden bunu göze.. dalıyorum derinlere..


ve basanlar.. 
ve karalar..


dudaklarımı oynatamıyorum. sesim, sessiz çığlıklardan harap olmuş, kaçmış kuytulara. hiç yaşamadıklarımın acısını yaşamak. görünürde yarası olmayan bir bedenin oluk oluk kanaması? dayanamıyorum artık demek bile gelmiyor içimden. zira bir sonraki darbede anlaşılıyor öncekilerdeki o ''dayanma sınırsızlığı''. bir şekilde alınıyor soluklar ciğerlere, dengesizlikte yüzse de, bir şekilde nabzı seyrinde ilerletmeyi başarabiliyor kişi.


ellerim titriyor. uyuşuyor, tutmuyor, ne bir cismi ne başka bir eli.. yalnızlığımın dibindeki kalabalık dağıldı şimdi. 
sıcak nefesleriyle parmak uçlarını ısıtmaya çalışan uryan bedenlerin sevişmesi de bitti.
anaforlu sularda, ölümle hayat arasında mücadele verenlerin gerçekler ve farkındalıklarının ızdırabı var sahnede sadece.


acı ve kan had safhada.
yalnızlıkla baş başa..

gün geldi.

acıyorum şimdi. 
kalıp, mücadele ederek kazanma fırsatları varken, zamandan kalan enerji kırıntılarını sadece kaçmak için harcayan insanlara..
acıyorum, bu sebeple hiçbir şey başaramamış ve bu başarısızlığa sinmiş, kabul etmiş zihinlerin, diğer insanları ve çöp kutusundan bozma hayatı öfkelenme maşası olarak kullanmalarına.. 
acıyorum, kafaların asla durdurulamaz olduğu gerçeği varken ortada, hayatı durdurduğunu sanan, üstüne buna kusmaları katan, batışlarına hız kazandıran yaratılmışlara..


varlıklara.. 
beş para etmez oksijen israfı olanlara.. 
beni bu güruha dahil eden imkanlara..


hayatı sorgulamadaki başarısızlığımın yanında, ruhumu elden ele çevirmekte pek zorlanmıyorum. 
hayır. kızmıyorum nedenlere-sonuçlara. öfkelenmiyorum. tahmin edilenin aksine, nefret de etmiyorum. 
''kimse kimseyi anlayamaz'' lafını yerin dibe yakın bir yerine postalama isteği oluşan ruhumla, anlıyorum. 
dibine kadar anlıyorum. çünkü yaşıyorum!
farklı olduğunu anlatmak için yamuk bir inatla çabalayan kişilerin suratına iki tane çarpasım geliyor, aynı bataklıkta olduğumuzu hatırlatarak. 
biri onlara anlatabilir mi bunu? 
stillerimizin farklı olması, batışın aynı batış olduğu gerçeğini değiştirmiyor.


durmak? 
yalnızca hissizliğe sarılarak gerçekleştirilen, mecazen durmak. 
bunu bir seçim olarak önüme sunanlardan tamamen kopmak için yanıp tutuşmak.
elbette başaramamak. 
ne kadar inkar edilirse bir o kadar gerçekliğe sarılan 'asıl'ında, derinlerde, yeryüzü varlıklarından uzak, oradan oraya savrulmak.


adı da, yaşamak..


siktir.